27 Aralık 2010 Pazartesi

SUCUK HAYVANI

Soyları tükenmek üzere olan bu hayvanlar dağlık bölgelerde yaşarlar. Derileri çok ince olduğu için hem çevredeki dallardan çizilir hem de ateşe fazla yaklaşamaz, hemen pişmeye başlarlar. Sıcakta duramazlar, gölgede gezinirler. Sarımsağa benzer, baharatlı bir kokuları vardır. Hem hayvanların hem de insanların tercih ettiği bir besindir. Hem derisinin ince olması, hem kokulu olması, hem gövdesine göre ayaklarının çok küçük olması yüzünden hızlı koşamazlar, avlaması çok kolaydır. Kemikleri yoktur, çok sıkı bir eti vardır. Bu sayede ayakta durabilmektedir. Kemikleri ve kan dolaşımının olmaması sebebiyle ayıklamaya da gerek kalmamaktadır. Yalnızca ince zarını soyup ateşte pişirmek yeterlidir. Genelde telaşlı telaşlı etrafta gezinirken görülürler.

19 Ekim 2010 Salı

TAKDİR EDİLMEZSEM YEMEK YAPMAM: MÜCVER

Direk internetten aldığım tarifi yazıyorum. Hatta mücver yazınca ilk sırada çıkıyor olabilir google da. Ama iyi oldu ondan yazıyorum buraya: -2-3adet orta boy kabak-1 adet orta boy kuru soğan-1 demet dereotu-1 demet maydanoz-3 adet yumurta-1 su bardağı un-tuz-karabiber-kimyon pul biber-kızartmak için sıvıyağ

Kuru soğanı rendeleyin ve suyunu sıkın. Geniş bir kabın içine koyun. Kabakları rendeleyin,kabaklarıda sıkın . Maydanoz ve dereotunu ince ince doğrayın. Hepsini soğanla karıştırın.Yumurtaları kırıp sebzelere iyice yedirin.Baharatları ekleyin. Hazırladığınız bulamaca unu koyup iyice karıştırın. Sıvı olmayan cıvık bir hamur elde edin.Tavada yağı ısıtın. Yağın yeterince ısındığını anlamak için mücver bulamacından küçük bir parça atıp deneyin.Kaşık dolusu mücver hamurunu kızgın yağa atıp kızartın.Üzerine bastırıp yassıltın ki içi de yeteri kadar pişsin.Üzerine sarımsaklı yoğurt dökerek servis yapabilirsiniz.

Yedikten sonra kalanların fotosunu çektim. Unutmuşum ondan az.
Evet dantelim de var masa üstünde. Çok güzel dantellerim var.



8 Ekim 2010 Cuma

TATLI TAYLAND

Gidildi gelindi. 2 hafta yenildi:) Çok tatlı insanlar taylandlılar. Nazik, utangaç, saygılı, neşeli, sevimli, güzel insanlar. Gidip görmek lazım. Mesaaaaaj yaptırmak lazım, fillere binmek, kokteyller içmek, sahillerde dansetmek, esmer güzeli kızları oğlanları seyretmek lazım. Böyle güzel yerler görmek lazım hep. Böyle yaşamak lazım olabildiğince. Ne çok yer var görecek, ne çok yemekler var daha yenilecek, içilecek içkiler var ne çok. Daha kimbilir ne çok rengi var okyanusun, gökyüzünün. Görmek lazım. Görüp sevinmek lazım. Sevinip sarılmak lazım:)

30 Ağustos 2010 Pazartesi

ÇABUK!

Marangoz dolandırıcılığıını atlattım sayılır, kabullenme yoluyla... Şimdilik... Geceleri uyanıp uyuyamadığım zamanlar dışında... Cumartesi mutfak bitiyor. Artık mutlu edici işler başlıyor olabilir. Eşya seçmek gibi. Evi düzenlemek gibi. İç çamaşırı almak falan gibi. Bu işler insanın o kadar zamanını alıyor ki, düşünmeye fırsat kalmıyor, en azından o iyi birşey. Hep çok var diyordum şimdiye kadar. Artık diyemiyorum. Az kaldı. Çok az kaldı. Birşeyler değişecek mi acaba merak ediyorum. Zaman gösterecek artık bunu. Yaşayıp görmek lazım.

Not: Davetiye sağolsun Zeynep Ataş tarafından tasarlanmıştır.

17 Ağustos 2010 Salı

GÜVEN 101

Yok gerçekten anlamıyorum... Bu adamlar nerde, ne yaşıyorlar da böyle yalancı, saygısız, terbiyesiz, ahlaksız adamlara dönüşüyorlar? Hem sen 15 günde yaparım ben bu dolapları diye işi al, 1,5 ay beklet, binbir bahane ile işi teslim etme, parayı geri vermeyi kendin teklif et, para iadesi zamanı, telefonlara çıkma, mesajlara yanıt verme, yine binbir dereden su getir, o parayı verme, hem de bu konu artık avukata gittiğinde, avukat seni herhangi bir müşteri gibi arayıp sana dolap yaptıracağını söylediğinde yine de onun işini al... Nasıl bir adam bu yahu? Nasıl bir adam, akıl almıyor... Tembel mi, ahlaksız mı? dolandırıcı mı? Ne bu be... Moraller çok bozuk... Ağlamaklı oluyor insan... En çok moralimi bozan, bu adamlar yüzünden, insanlara olan güvenimin azalması... Her şey bekleniyor bu insanlardan... Nasırlaştırıyorlar insani duygularını... Ne hakkı var bu adamın benim tüm insanlara olan güvenimi sarsmaya? İnanılır gibi değil. Yok öyle bu da geldi geçti bir daha başıma gelmez bu adam böyleymiş deyip, bu olayı unutacak halim yok... Para kolay mı kazanılıyor sanki... Bunda sonra sayko gibi sözleşmeler, bankadan yapılan eft açıklamaları, atölyeyi gidip görmeler, açık adresi bilmek, adamın evini, karısının kızlık soyadanı, kızının donunun rengini araştırmak gerekiyor artık. hasta ruhlu gibi paranoyaklar gibi... offf.... olmayacak tabi böyle şeyler, yarım beyinli gibi geldik, yarım beyinli gibi gideceğiz tabi. Bir daha marangoz dolandırmasa, tesisatçı dolandıracak, doğramacı dolandıracak, parkeci, fayansçı dolandıracak bir dahaki sefere... Her seferinde tekrar üzüleceğim, tekrar küfredeceğim, tekrar pişman olacağım... En iyisi fazla inanmamak hiç bir şeye fazla güvenmemek sanırsam...

iyi geceler

8 Ağustos 2010 Pazar

EV-EVLİLİK-İŞ ARASINDA

Çarşamba dolaplar takılacak. Salı da şu an yaptığım işin sunumu var. Eylülde düğün var. Benim gelinliğim yok. Daha hiç biryere bakmadım bile. Alasım dayok açıkçası. 1910'dan kalma bir gelinlik buldum. Güzel ama pahalı. Sonra pişman olmaz mısın diyorsunuz gelinlik almaz da başkasınınkini giyersen. Yok olmam. Onun yerine tayland'a giderim 2 hafta tail yaparım. Hiç pişman olmam.

Şu an hangi amelelikle uğraşıyorum dersiniz? Render alıyorum:)

Kolay gelsin herkese az sonra çıkıcam

24 Temmuz 2010 Cumartesi

23 Haziran 2010 Çarşamba

BU NASIL İŞ?

Amele olarak başladığım bu mimarlık profesyonel hayatının 5. yılında hala amelelikle uğraşıyorum. Bitmek bilmeyen onlarca saat süren renderların zamanında yetişemeyeceğini anlayıp 13 saat sonra iptal etmek, sonra daha pratik, daha kötü bir sonuç çıkararak yetiştirmek ancak yüklü dosyaları yavaş internet bağlantıları sonucu yükleyememek, sonra nihayet yüklediğindeyse, onlara ihtiyaç olmadığını öğrenmek, sonra yine olmayacak bir süre içinde olmayacak başka işler için aynı süreci yaşamak, sinirlerinin harap olması, şu güzel güneşli şirin ören köyünün, tatlı halkına daha önce burada hiç yaşamamış oldukları bir sinir ve surat yaparak, hayatının en anlamsız ve beklenemedik şokunu yaşatmak gibi uğraşlardan hala kurtulamadım. Geçemiyorum bunları. Aşamıyorum kendimi. Unut unut... Olduğu kadar, olamıyorsa o da kabul diyemiyorum. Sakin olamıyorum. Bu mimarlık sabır sabır sabır işi. Anlamsız, akıl almaz bir amelelik...

Allah sabır versin

28 Mayıs 2010 Cuma

KANALD-DOKTORUM

Doktorum programını izliyorum sabahları. Yararlı şeyler öğreniyorum açıkçası ama uzun zamandır doktorlar hakkında biriktirdiğim düşünceleri de netleştirdi iyice bu program.

Doktorların bu kadar çekilmez, kaşar, saygısız ve iletişim özürlü olmalarının sebebini düşünüyordum bir süredir. Bazı olaylar sonucu düşünmek zorunda kaldım diyelim. Bu insanlar hayatları boyunca çok çalışıyorlar tabi sonra da bu hale geliyorlar demeyeceğim tabi ki. Ne yani bir tek onlar mı çalışıyor hayatı boyunca. Hemen hemen herkes eşek gibi çalışıyor hayatı boyunca kim bilir ne şartlarda. İki gün uykusuz kaldılar diye nedir yani bunların havası. Mimarlar da uykusuz kalıyor haftalarca saçma sapan sebepler için. Üstelik mimarları motive eden bir para unsuru da yok.

Neyse kanımca, bu adamlar hayatları boyunca hep saygı görüyorlar. Doktorum doktorum diye peşinde ezik ezik koşan insanlarla büyüyorlar, yaşlanıyorlar. Doktorsa en iyi yemekler sunuluyor, en güzel kızlar veriliyor. (Tepkim anlaşılacağı üzre biraz yaşını almış erkek olanlarınadır daha çok) Bu yüzden bu adamların kibar olmaya, tatlı sözler söylemeye ihtiyaçları kalmıyor hayatlarının hiç bir döneminde. Bağırsa da çağırsa da, zaten karşısındaki ezik adam ona muhtaç olduğundan dolayı saygı göstermeye gerek duymuyor. Bir doktor fırından ekmek alırken, otobüse binerken, çay içerken, sigara içerken, osururken bile doktor yani. O ünvanı alnına yapıştırmış yaşıyor hayatını. Sıradan bir insan olmanın keyfini asla yaşayamayacak bir zavallı.

Kısacası doktor olan biri sadece ve sadece doktor oluyor. Bunun ezikliğiyle de cahilce, acınası bir sanat bakışı edinmeye çalışıyor. "Doktorlar nedense sanatla da ilgilenir" (Sanatla ilgilenmek te ne demekse) diyen insanlar duymuşsunuzdur. Sebebi ne olabilir ki, heyecandan, sevgiden yoksun, çürümüş, yoz ruhlarını besleyecek diye bir umutla zavallı bir ilgi duymaya çalışıyorlar işte tüm sanat dallarına.

Şimdi bu yazıyı yazdım ama söz meclisten dışarı diyelim:)

28 Nisan 2010 Çarşamba

ÖZÜR

Çok duygusal konularda çok zekice çözümler yapman gerekiyor. Ama o zamanlarda, sen de o duygusallığa kapılabiliyorsun ki, şu kısacık an'lardan özetlenebilecek ömründe senin için önemli olan bir kaç insandan birine, belki de en önemlisine aptal ve üzücü bir hatıra bırakabiliyorsun. Keşke bu kadar küçük olmasaydı aklımız, bu kadar duygusal olmasaydık... Becerememek, kıvıramamak, halledememek, günlük hayatta olamamış önemsiz şeyler için bir teselli olsun diye kullanılan yüklemlerken, aslında inanılmaz ölçüde önemliler, onu gördüm. Bazı şeyler pek anlatılamıyor. Sığ oluyor, konuşulamıyor. Bahsetmek bile istemiyor insan. Olması gerekir mi tatsız şeylerin de hayatta. İlla da şart mı yani.. Yani eğer mümkünse, seçim yapsan ve olması gereken şeylerden vazgeçsen, bazı çok önemli şeylere zarar vermesen... İlle de radikal mi olmak gerekiyor mantıklı şeyler yaşamak için. Keşke daha da az duygusal olabilsem. Daha da rasyonel davranabilsem. Duygusallık aptallaştırıyor insanı. Hata yaptırıyor. Küçük beyinlerimizi gereksiz detaylarla dolduruyor.

Üzgünüm gerçekten, kolaylaştırmak istemiştim işleri, olsun bitsin hemen gülelim, konuyla dalga geçelim istedim, beceremedim. Hiç fırsatçı bir bakışım, baskıcı bir niyetim, hatta duygusuz bir halim de yoktu. Konu sen olunca nasıl olabilir ki... Sen şu anlamsız, lüzumsuz hayatımdaki en güzel şeysin. Dahası yok, olamaz da... Üzülmene dayanamam, herşeyden vazgeçerim.

9 Nisan 2010 Cuma

e onun adına yalan derler

doyamıyorum bu şarkıyı dinlemeye... sürekli dinliyorum. dinledikçe güzelleşiyor. paylaşmak istedim, dayanamadım.

http://fizy.com/s/1dv7ar

18 Mart 2010 Perşembe

TOUCH ME WITH YOUR NAKED HAND OR TOUCH ME WITH YOUR GLOVE

Saygına özel bir blog gibi oldu ama aslında kuruluş amacı tamamen ticariydi başta. Ayakta.com için açtım ben blogu. Buralardan birilerine ulaşırım falan diye...Sonra hiç ayakta.com dan basetmemiş olmamın yanında, kendi özel hayatımdan devam ederek saygın'a itaf etmeye kadar geldim. Ama insan şimdi böyle bir şarkı dinlerse, sevgilisi de varsa ve uzaktaysa, napsın...

12 Mart 2010 Cuma

SAYGIN PROJECT_III_CAYKUR

Saygın bana "çiçek duruşlum" demiş mektubunda. Dün gece sabahlarken de Zeynep "Senin duruşunun tavırlarının neye benzediğini buldum" dedi; "13-14 yaşlarında güneşin altında sürekli top oynamaktan tay gibi olmuş erkek çocuklarına benziyormuşum:) Ikisi de pek hosuma gitti:)

Geçen gün işten dönerken meydanda, kalkmak üzere olan bir otobüsün egzos çıkışına çömelir gibi yapışmış bir sokak adamı gördüm. Çok zor bir pozisyonda orda ısınmaya çalışıyordu. Yurudum geçtim. Bunu hergün görsem, sonra 3 kişiyi görsem hergün, sonra herkesi o otobüsün arkasında görsem... Yuzlerce insan olsa otobusun arkasinda isinmaya calisan yine yurur gecerim herhalde. Ya da baska yere mi tasinirim, onlari gormeyecegim bir semte falan... Ama Dostoyevski "Yer altindan notlar" da bundan bahsederken "bize ihtiyaciniz var" diyordu yer ustundekilere(kendini de yeraltina katarak), bizi gorup acimaya, bizden tiksinmeye ihtiyaciniz var. Boylece iyi hissediyorsunuz kendinizi". Bu kadar abartili olmasa da evet bazi kotu durumlardan keyiflendigimiz oluyor sanirsam.

Rize'den donuyorum simdi, ucak rotar yapmis ondan takiliyorum burda. Ama biraz da oyun oynayacagim. "TM Zero" da online rekorlara kosuyorum artik:) Zor, kolay degil, mesai gerektiriyor. Kuzulari uzaylilardan korumaya calisiyorsun, silahlarinla ve stratejinle:)


16 Şubat 2010 Salı

RESİM BİR IPHONE REKLAMI OLARAK DÜŞÜNÜLEREK ÇEKİLDİ

Olaylara basitçe bakma olayını kaybediyoruz ya bazen, batıyoruz o zaman diye düşünüyorum. İçine daldıkça daha karmaşık birşeyler olduğunu sanıyoruz ve derin düşündüğümüzü... Oysa konudan uzaklaşıyoruz sadece. Sevimli kafalarımızı karışıtırıyoruz. Daha çok düşünerek huzur bulduğum bir konu var mı bulamıyorum bir türlü. Ya da bilemiyorum gerekli mi bu "düşün düşün"... Bence bu "düşünmek" de daha önce buraya yazdığım "çalışmak"tan farklı değil. Çok çalışmak gibi, çok düşünmek de kolay sanırsam. Çalışmak gibi insanı oyalayıcı, tatmin edici yanları var.

Tam da bu konudan sonra şöyle bir şey geldi aklıma, insanın kendine dönmesi ne demek? Yani kendini anlamaya çalışması mı demek? Bunu yapmak gerek mi? Neden bu kadar ihtiyacım olsun ki kendimi tanımaya? Tanınacak bir kişiliğim var mı ondan bile emin değilim. Tabi şimdi insanlara sorulsa beni öyle böyle diye tanımlayabilirler ama benim bunları bilmeme ve "gerçekten öyle miyim?" diye düşünmeme gerek var mı? Burcumu bilmek gibi sanırsam bu. Ben aslan burcu olduğum için kontrolcü, lider ruhlu olduğum düşünülebilir. Yani ben bunu sık sık düşünüyorum çünkü komik bulunabilir ama burçlarla insanların kişilikleri arasında bir bağlantı kuruyorum çoğu zaman. Ama sık sık aklıma geliyor öyle miyim gerçekten diye. "Belki zamanla olacağım, daha zamanı değil" diyorum, ya da "öyleyim de bunu farkedemiyorum"... Hayır buna inansam ne olur ki. Aslan mı olurum o zaman? Kavgacı deseler bana sık sık gazeteler yazsa bunu, konuştuğum insanlar söylese, kavgacı olur muyum? Denenebilir bu bence ama çok zalim bir deney olur herhalde, ne konuda yapılırsa yapılsın.

Neyse bazı konularda gerçekten sıkıcı oluyorum, gerekli de değildi hiç bu yazı. Sizin çok önemli zamanlarınızı çalıyorum. Eve gidip muhteşem bir salata yapıp yiyeceğim. Nar ekşili...

photo by zeta


4 Şubat 2010 Perşembe

ÖRGÜYE BAŞLADIM

Başladım

Örgüye, komşularla misafirliğe, çay çekirdeğe başladım. Proje de iyi gidiyor. Yeni çiçeklerim de oldu. Yeni halım da oldu.

Mutluyum:)

İlerde burada ördüğüm battaniyenin parçalarını yayınlayacağım.

Buyrun çaya gelin:)

11 Ocak 2010 Pazartesi

İnsan kendini aciz hissetmeyi seviyor. Bayılıyor aciz acınası olmaya. Gurur asalet falan hepsi yalan. Zaten insanoğlunun basitliğine, acizliğine, zayıflığına olan inancım gün geçtikçe artıyor. Asalet gibi erdemler sadece teoride varlar. Bundan bahsetmeyi ve öyleymiş gibi görünmeyi seviyor. Gurur ile acizlik bir arada anıldığında ise asalet oluyor işte. Böyle olunca, yani insana olan inancını kaybedince de ne ideolojiden, ne rafine zevklerden, ne titizlikten, ne gurmelikten bahsedebiliriz. Bunlar insanın kendine yakıştırdıkları sadece. Halbuki herhangi bir hayvan gibi insan da yaşamak için öldürür, kandırır, satar, yalan söyler, vazgeçer... Hatta bunları yaşamak için bile değil, rahatını bozmamak için de yapar. Para için de... Statü için de... Anlamsız hayatını anlamlandırmak için uydurduğu herhangi bir kavram için yapar. Yine de nasıl oluyor da hayvanlar gibi içten kucaklıyoruz birbirimizi anlayamıyorum bir türlü. Bazen bir belgesel gibi geliyor hayat. İnsanları inceliyoruz genel olarak. Yani kuşlar ötüyor, birşeyler anlatıyorlar birbirlerine, köpekler havlıyor. İnsanlar da konuşuyor ya... Düşünebilmenin kendilerine verilmiş olan bir ayrıcalık olduğu yanılsamasına o kadar kapılmışlar ki, diller uydurup, bu dilleri, kitaplarca kurallarla karmaşıklaştırıp bu kurallara da inanıp, tam bir akıl tutulmasına düşüyorlar ve en komiği de, yine de anlayamıyorlar birbirlerini... Anlaşmazlıktan boşanıyorlar, ayrılıyorlar, ölümler, kavgalar, dramalar... Küçük küçük birsürü züppe yaratık doğup ölüp doğup ölüp doğup ölüyor... KüçükPrens'teki çiçeğe gülüyordum, kendini beğenmiş, snob diye... Halbuki tüm insanoğlu öyle. Kendimize ait olduğunu düşündüğümüz, yüzlerce, binlerce kimlik, karakter içine sığmağa çalışıp çalışıp, taşıyor, kendimize istediğimiz şekli veremiyor ve hep, her zaman komik duruma düşmüyor muyuz?

Bu yazı nereye doğru gidiyor bilmiyorum ama yakın zamanda sürekli bunları düşünüyorum züppece:)

4 Ocak 2010 Pazartesi

SELF PROMOTION-VOLUME1

Yazmak yalnızlıktanmış. Mutsuzluk ta bir başka sebep. İnternet ve tv dizileri ile de hep bu sebeplerden dolayı ilgilenildiğini düşünüyorum. Kendimde deneyimlemeye başladım:) Erkenden yatmak ta öyle. Sigarayı bile bırakabilirim yakında.

Depresyonumu reddediyorum.

Panik atağımı reddediyorum.

Korkularımı reddediyorum.

Bunlar bana ait olamayacak kadar depresifler.


Geçecek yakında

yakında...

SAYGIN PROJECT_I_LOVES FROM ISTANBUL

3 Ocak 2010 Pazar

ÇOK ZOR HAYAT BİR ŞEYE BENZEMİYOR... HİÇBİR ŞEYE....

Mutlu günlerim geride mi kaldı. Artık mutlu hissetmiyorum kendimi. Eskiden mutluymuşum bunu farkettim. Parasızlık insanı çok çok mutsuz edebiliyormuş demek ki. Arkitera kariyere baktım. İş ilanlarına. İçinden çıkılamaz bir durumda hissediyorum kendimi. Bu işi bitirmeden parayı almadan işe falan giremem. Bunca zamanı çöpe atamam bir yandan, bir yandan da ne kadar zaman daha? diyorum. Ne kadar zaman daha bekleyeceğim? Empati çok zor birşeymiş. Başkası yerine düşünmek, ona hak vermek. Geçen sabah kaşlarım çatık uyandım. İlk defa başıma geliyor böyle birşey. Ne kadar mutsuz uyanmışım. Boş gibi herşey. Hayatım boktan mı , yoksa Saygın gittikten sonra mı boktanlaştı anlayamıyorum. İki durumda da umutsuzum. Yani Saygın'a bu kadar anlam yüklemiş olmam (5 ay uzakta olduğu için yıkılmam, bu kadar kırılgan olması herşeyin) mi daha kötü yoksa hayatımın zaten boktan olması, Saygın'ın sadece onu görmememi sağlamış olması mı daha kötü bilemiyorum. Hangisi olursa olsun, zayıf bir karakter olduğum net. Bundan çıkabilecek miyim? Neden herşey bu kadar zorlaştı? Kendimi gittikçe kararan bir koridora giriyormuşum gibi hissediyorum. Acaba ilerde "ne karanlık dönemlerimdi" mi diyeceğim. Yoksa gittikçe daha da dibe mi vuruyorum bilmiyorum. Umut her seferinde azalıyor ve yerini daha fazla umutsuzluğa bırakıyor ama hiç yok olmuyor. Einstein'ın böyle bir teoremi vardı Egemen anlatmıştı. Yaklaştıkça uzaklaşmak... İki nokta arasındaki mesafenin yarısını kat edersen yarısı kalır. Yarısını daha ve yarısını daha... Sonsuza gider bu ve teoride asla ulaşmazsın diğer noktaya. Umut ile umutsuzluk arasındaki ilişki böyle birşey sanırsam. Durumu yukarıda grafikle açıkladım. Çok gerekliydi o grafik. O grafik herşeyi anlatıyor. İyi oldu onu çizmem.

tık...tık...tık...tık...tık...

Neyi bekliyorum?...

Lüzumsuz hayatımın geçmesini...